Paris Gezisi-1, 25.07.18

Bu gecikmiş bir Paris gezi yazısıdır. Bir yıl gecikmiş. Ama söz uçar yazı kalır diyerek bu geziyi de kayıt altına almaya niyetlendim. Öyleyse geçtiğimiz yıl temmuz sonu Maastricht'ten Paris'e yaptığımız gezinin birinci bölümüne buyurun.


Avrupa'nın En Öz Hakiki Otobüs Firması: Flixbus

Flixbus Avrupa içinde yolculuk edebileceğiniz orta halli bir otobüs firması. Özellikle Erasmus öğrencileri ve turistler arasında yaygın olarak kullanılıyor. Eğer internetten sıkı takip ederseniz, facebook gruplarında vs. çok uygun fiyatlı kampanyalar yakalayabiliyor ve 9-10 € gibi fiyatlara ülkeler arası seyahat edebiliyorsunuz. Ama kampanyasız fiyatları da çok pahalı değil. Biz Maastricht-Paris arası 7 saatlik yolculuğumuz için gece yarısı otobüsüne bindik ve fena olmayan bir yolculukla 8'e doğru Paris'in azıcık taşrası sayılan ama yürüyerek merkeze ulaşabileceğimiz bir mesafedeki Parc de Bercy yakınlarında indik. Bu arada otobüs az sayıda yerde durdu, yanlış hatırlamıyorsam Liege, Brüksel ve Paris Charles de Gaulle Havaalanı ara duraklarımızdı. Arada bir muavine yalvararak otobüsü durdurtup, duvar kenarlarına veya otobüsün arkasına çömelip, hop diye eteğini kaldırarak işeyen sarhoş genç hanım kızların ısrarları ile olanlar hariç, başka da bir mola vermedi. (Hala insanı rezil eden alkol ve gece hayatının özgürlük olduğunu söyleyenler olduğuna inanamıyorum. Kendini rezil etme özgürlüğü!) 
Bu yolculuk ile ilgili altını çizmem gereken bir şey daha, seyahat sözleşmesine göre çocuklu iseniz, bebek-çocuk oto koltuğu ile seyahat etmek zorundasınız ve bunu sağlamak sizin sorumluluğunuzda! Bence oldukça külfetli bir kural, zavallı turist sonra o koca oto koltuğunu ne yapsın şehri gezerken yanında? Biz bu kural ile ilk kez Brüksel seyahatimiz esnasında karşılaştık ve koltuğu bizim getirmemiz gerektiğinden haberimiz yoktu. Yüzü asık otobüs şoförümüz önce bizi otobüse alamayacağını belirtti, kaba bir şekilde geri çevirdi ama sonra biz biraz ısrar edip haberimiz olmadığını söyleyince bagajı biraz karıştırıp daha büyük yaş grubu çocuklar için olan booster(yükseltici)lerden buldu ve bu seferlik gelin minvalinden bize keyif bağışladı. Biz de bu sefer Paris yolculuğuna kendi boosterımız ile çıktık. Elimize azıcık yük olsa da, ağzının tadını kaçırmak istemeyen turistler olarak "olsun bu yükü bebek arabası taşıdı" dedik. 

Parc de Bercy, Pont de Bercy ve Merkeze Yürüyüş 

Bahsettiğim gibi otobüs garı, parkı bahçesi tükenmeyen bu şehrin büyük sayılabilecek parklarından birinin içinde; Parc de Bercy'nin. Burası aslında otobüs garı için iyi bir seçim, sıcak günlerde bile ferahlayıp, otobüs beklerken dinlenebileceğiniz bir yer.

Buradan ayrılıp, Seine nehrinin böldüğü Paris'in merkez taraflarına gidebilmek için hemen karşımızdaki Pont de Bercy'ye yani Bercy köprüsüne yöneldik. Köprü üzerinde manzaraya şöyle bir baktığımızda hemen karşımızda Bibliotheque Nationale de France kalmıştı. İlk bakışta bile açık kitap şeklinde tasarlandığı anlaşılan, modern mimari örneği bu binalara girebilmek için kendinizi ve giriş sebeplerinizi anlattığınız bir sözlü görüşmeden geçmeli, gerekli belgeleri sağlamalı ve ücretleri ödemelisiniz. Bu kadar büyük olmasına rağmen bazı günler yine de sıra ile giriliyor diyorlar. Ne mutlu.

Kahvaltı Jardin des Plantes'de 

Yukarıdaki binaları solumuza, nehri sağımıza alıp sabahın tazeliğinde yürüyerek Paris'te turistlerin çok bilmediği, yaya ve kıyı-köşe gezerken gezi rotanıza girebilecek, Botanik Bahçesi'ne vardık. Burası yalnızca bir botanik bahçesi değil aslında. 1626'da Jardin du Roi/ Kral'ın Bahçesi olarak kurulmuş ve 1635'te halka açık hale gelmiş 26 hektarlık bir bitkiler, hayvanlar, müzeler yumağı. İçinde ağaçlar arasındaki müthiş yürüme yolları haricinde, tarihî dokulu hoş binalara sahip Doğa Tarihi, Evrim, Mineral ve Botanik Müzeleri ile bir de hayvanat bahçesi mevcut. Sabahın erken saatlerinde geldiğimiz için kahvaltımızı burada yapmayı tercih edip, hemen azıklarımızı çıkarıp bir köşesine kurulduğumuz bu parkta, bitki ve ağaç çeşitliliğini izlemenin yanı sıra, sabah koşusu yapanları, grup ile yoga yapanları ve koşturarak işine giden insanları gözlemlemek oldukça zevkli idi. 

Büyük Paris Camii: Grande Mosquee de Paris

Jardin des Plantes'in arka kapısından çıktığımızda ise karşımıza hem cami hem de İslam Enstitüsü olarak kullanılan Grande Mosquee de Paris çıktı. Sanki bir şekilde ışınlanıp, anında Paris'ten Fas'a gitmiş gibi hissetmenize sebep olan bu cami gerçekten de Fas Karaviyyun (Kayrevan) Camii'nden esinlenerek yapılmış.
Bu caminin yapımına Verdun Savaşı ve I. Dünya Savaşı esnasında Fransa saflarında ölmüş olan 70.000 Müslüman askerin anısına 1922'de başlanmış. 
Caminin Türkiye tarihi ile de oldukça yakından ilgisi var. Atatürk cami inşaatı boyunca Fransa'ya yardım olarak her yıl 10.000 frank gönderilmesini emretmiş. Bu yardım Atatürk 1938'de vefat edene kadar devam etmiş.

Bundan daha çarpıcı olanı da şu ki; Paris'te sürgün hayatı yaşarken, 1945 yılında orada vefat eden son halife Abdülmecit Efendi'nin naaşı tahnit edilerek 10 yıl süre ile bu camide bir odada kalmış. Kızının sahte pasaportla Türkiye'ye gelip babasının naaşının kendi vatan topraklarına alınması için yaptığı ricalar sonuç vermemiş. En sonunda Suudi Arabistan kabul edince naaş orada Baki Mezarlığı'nda taşsız, kitabesiz, türbesiz bir şekilde toprağa verilmiş. Arkamızdaki güçlü medeniyetin son halifesinin nerede medfun olduğunu öğrenmek bize Paris'le nasip oldu ya, daha ne olsun. 

Bu bilgiler çok ağır geldiyse, caminin ön tarafındaki kafeteryasında naneli bir çay içip, nargile tüttürüp vurdumduymaz bir şekilde Alaattin'in sihirli lambasını ovuşturarak bir Şark masalına da girebiliyorsunuz.

Yandık Yandık, Otele Koş!

Bizim orada olduğumuz günlerde Avrupa'da rekor sıcaklık günleri yaşanıyordu. Yaşlılara göre en son bi' 60 yıl önce böyle olmuş, gazetelere göre nehirlerin suyu çekilmiş, orman yangınları vesaire vesaire.. Nerede hayalimdeki kapalı havalı, yağmurlu Hollanda (ve Avrupa), nerede yaşadığımız nemli İstanbul sıcakları!

Paris'e gittiğimizde de yine böyle günler içindeydik ve gece boyu otobüs yolculuğu çekmiş, çocukları uyumadığı için hiç uyuyamamış yorgun turistler olarak bir an önce otele girip hem en sıcak saatleri atlatmayı hem de bir iki saat uyumayı istiyorduk. Otelimiz Jardin du Luxembourg'tan aşağıda, Notre Dame katedralinden yukarıda bir yerde idi. Katedrali arkanıza alıp, Sorbon Üniversitesi'nin önünden yukarı uzanan tatlı(!) yokuşu aşarak ulaşılan bir otel; Hotel de Senlis. Biz internetten uygun fiyata bulduk burayı, verdikleri bebek park yatağını kurduğumuzda banyoya geçecek bir yer kalmayan, küçücük bir odada kalmamıza rağmen tavsiye ederim, sonuçta girip çıkacaksınız, size yâr olmayacak. Konum olarak çok iyi bir yerde idi. 

İşte bu otele sırt çantaları vs. ile yürüyerek ulaşacaktık. (Buradan tüm yükü çeken ve gık demeyen eşime selam ederim.) Her ne kadar yanıyor ve şakır şakır terliyor da olsak yolumuzun üzerindeki bir kaç yere uğramadan edemedik. 

Institut du Monde Arabe ve Terasından Manzara

Otele varmak için önce ünlü Notre Dame Katedralini bulmalıydık. Oraya doğru giderken de bizim oraların geometrik desenleri ile bezeli, şöyle ilginç ve hoş mimarisi olan bir binaya rastladık.

Üstteki ayrıntıda geometrik şekiller belli oluyordur.
Genel görünüş
Yan duvar, grafiti
Kafamızı uzatıp girince buranın Arap Dünyası Enstitüsü olduğunu ve burada Arap dünyasına ait kültürel öğelerin, sergiler, konferanslar, kurslar vs.gibi şeylerin kendine yer bulduğunu öğrendik. O sırada Arap gençlerinin popüler kültürü ile ilgili bir sergi vardı, ona katıldık. Pop kültürüne ait oryantalist bir takım fotoğraflar, resimler. Sergideki bazı unsurlar şöyleydi; darbuka, kaset, kırmızı ruj, Barbie bebek, sürme, Arapça bazı duvar yazıları... Bence ilginç olan bu gençlerin de kendilerine bir oryantalistin gözü ile bakması. Koca binada ne Arap dünyasındaki savaşlardan, ne petrol için yapılan zulümlerden bir yansıma gözüme ilişmedi. Yine de Arap kültürü diye bir şey kaldıysa onu biraz olsun anlatmak için iyi bir girişim. Sitelerinde Arap-İslam Bilim Tarihi ile ilgili bir bölüm olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. İlgilenenler için: https://www.imarabe.org/en 

Yalnız buraya uğrarsanız, muhakkak ilginç mimarisi olan bu binayı gezmeli ve politik görüşleri bir yana bırakıp, çatısındaki lokantada bir yemek yemeli veya yalnızca manzarayı görmek için çıkmalısınız.  
Bu manzarayı gördükten sonra, nehri sağımıza ve sonra da arkamıza alıp otele doğru tırmandık. Ve iki saat dinlenme.

Jardin du Luxembourg

Küçük dinlenmemizin ardından dışarı çıkıp akşam atıştırmasına Lüksemburg Bahçelerine gidiyoruz. Paris gerçekten park, bahçe konusunda bir derya. 
 Öyle sadece ağaç, çiçek de değil, hepsinin içinde bir kasır, bir saray, tarihi bir yapı da bulunuyor. 
 
Güzelim göletler
Ve yürüyüş yolları
Günün yangının burada attıktan sonra türlü çeşitli güzel köprüler ve sokaklardan geçerek, Paris denince aklıma ilk gelen yere yani Louvre Müzesine doğru yola çıkıyoruz. (Ne? Paris deyince aklınıza Eyfel Kulesi mi geliyor? O 2. bölümde) Tabii yine yürüyerek. 

Louvre Müzesi ve O Piramit

Dan Brown'ın Da Vinci Şifresi kitabını ve serisini okuyanlar için oldukça ilgi çekici bir yapıdır sanıyorum bu müze. Onu bir kenara bırakırsak, ünlü Mona Lisa'nın ve sanat tarihindeki pek çok ünlü eserin yuvası burası yani sanatla az çok ilgilenen herkesin gezmek isteyeceği yerlerden biri. 
Kendisi aslında hanedana hizmet edecek bir saray olarak yapılmış. Ama ne saray, oldukça büyük bir saray. 1793'ten beridir de müze, Fransa'nın ilk müzesi. 
Biz gittiğimiz saatlerde müze kapalıydı ama zaten açık olsaydı da içini incelemek için yeterli vaktimiz yoktu, gezmek istediğiniz galerilere göre yaklaşık yarım gün veya daha fazla ayırmanız lazım burayı görebilmek için. Biz sadece dışından gezdik, bahçesinde kızımızı eğledik diyelim. 
Şu kitabın başında, altında cinayet işlenen ünlü piramit. Müzeye girebilmek için bunun önündeki uzun bilet kuyruğuna girmek gerekiyor. Bunun için bileti önceden internetten alıp Palais Royal tarafından sırasız girmenizi öneriyorlar. Bir de şu fotoğrafta görünen yerdeki oturak gibi beton şeyler üzerlerine çıkıp piramiti tepesinden tutuyormuş gibi görünen fotoğraflar çekebilmeniz için.

Bu arada öğrendiğime göre "Louvre Müzesi her ayın ilk Cumartesi akşamı 18:00-21:45 saatleri arasında ücretsiz gezilebiliyorMüze 18 yaşından küçük herkes için her zaman ücretsiz. AB vatandaşı ya da AB oturma izni olan 26 yaşına kadar gençler de ücretsiz girebiliyorlarmış müzeye." Tüm yazıdaki lokasyonlar ve burası için ayrıntılı bilgi almak isteyenler oldukça faydalı bulduğum pariste.net sitesini inceleyebilirler. 


Bizim ilk günümüz, güneşi Louvre'da batırıp, sonra yine güzel köprüler ve caddelerden geçip, otel yakınlarındaki bir Carrefour'a uğrayıp alışveriş yapıp, dinlenmekle bitti. Ertesi gün ise yeni bir yazının konusu olacak nasipse. 





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Almanya gezisi, Stuttgart ve Ludwisburg, 1.5.18

Waldorf Yöntemiyle Çocuğumu Büyütüyorum Kitabı Hakkında

Ayarlarla Oynamak, Oyuncak Müzesi-2