Gezi Yazısı ve Satranç

Gezi yazısı ve satranç neden bir başlıkta buluştu? Üstelik o satranç, Stefan Zweig'ın Satranç adlı kitabı. Buna geleceğiz.  

Buraya zaman zaman gezdiğim, gördüğüm yerlerle ilgili yazılar yazıyorum. Nerelere gittik, neleri gördük unutmayayım diye. Ama gezerken de yazarken de aklımda hep şu var "Bu gezmeler gezme değil, bu yazmalar yazma değil" Eğil salkım söğüt, eğil! Bu yazdıklarım gezi yazısı değil, ben de gezgin değilim.

Tam bunları düşünürken Laciverd Dergi'de yayınlanmış bir yazıya rastladım. (Burada) İmkan ve cesaret alanı geniş biz yeni neslin, her tatilde dünyaya açılıp, sonra da bunu kolayca paylaşıp nasıl birer "gezgin"e dönüştüğümüzü irdeleyen bir yazı. Gerçekten biz z kuşağının imkanları bir önceki nesle göre daha fazla. Bir yere gitmek istediğimizde daha az düşünüyoruz, orayla ilgili binlerce bilgi içeren yüzlerce internet sayfası önümüzde, "keşfettiklerimiz"i paylaşmak için gerekli araçlar da cebimizde. Hemen kolayca bir gidilecekler listesi yapıyoruz sonra da bunlara tik atıp kolayca dünya ile paylaşıyoruz. Ama bu bizi gezgin yahut gezi yazarı yapmıyor. Gezgin seyahat öncesi, esnası ve/veya sonrasında bölgeyi, halkı, kültürü tanımak için okumuş, çalışmış, araştırmalar yapmış, bölgenin günlük hayatına katılmış, onlar gibi yaşamış, mukayese yapmış kişi olmalı. Hatta yukarıda bahsettiğim yazıda Evliya Çelebi örneğini veren yazara bakılırsa olaya biraz da hayal gücü bile katmalı!
Daha önce de bahsetmiştim, gezerken bende bir korku; muhakkak bir şeyleri kaçırıyorum, buralar gördüğümden ibaret değil, zaman az, baktım ama gördüm sayılmaz derdi. Zaten galiba hayatta en zevk aldığı şey "öğrenmek" olan birisi olduğum için en korktuğum şey de "anlamamak". Bu gezdiğim yerlerle ilgili yeterli bilgim yok, anlamadım, baktım ama göremedim, yerel halk ile temas etmedim endişesi oluyor içimde her gezme esnasında ve sonrasında. Tabii ki gezilerin öncesinde ise okuma, öğrenme, bilme, anlamaya çalışma telaşı. E, bu kadar gerilim yaşayacağıma gezmeyeyim, oturayım daha mı iyi ne? :)  

Değil, çünkü gezmeden de okumadan da insan neyi bilmediğini bilemiyor. Bencileyin, dolu gezmeyenler, gezerken ceplerine soru dolduruyor. Hiç değilse estetik algısını geliştiriyor. Ne kadar çok şey bilmediğini görerek, öğrenmek için kamçılanıyor. Davutoğlu'nun deyişi ile "doğurgan bir iç gerilim"e sahip oluyor. Öteki türlü okumadan yahut gezmeden ne bilmediğini bilemiyor insan. Bir açıdan bakınca bu belki de büyük rahatlık, büyük lüks. Çünkü o zaman içinde bir gerilim olmuyor, oh "ne var ki bu dünyada bilmeyecek, anlamayacak!" kafasında rahat rahat yaşıyorsun. 

İnsanı bu dünyada üzüntüye sürükleyecek en büyük şey nedir diye düşündüğümde aklıma ilk olarak "bilmemek" geliyor, hemen akabinde beynimin diğer tarafı sesleniyor "dur dur, daha beteri de var, daha beteri bil(e)mediğini bilerek yaşamak!" Gerçekten de öyle. Bilmediğini bilen, üzüntüsünden kahroluyor ama dünyayı/geneli/hakikati bildiğini düşünerek yaşayan büyük bir beyin konforu içinde oluyor.

Buna gezme ve gezdiğin yerleri anlama zaviyesinden bakarsak; bana öyle geliyor ki yola çıkmak için en ideal durum bir insanın bir yerle ilgili bilgi ve arayış yönünden dolduğu taştığı, oraya gitmezse olmaz konuma geldiği durumdur. Gitmeye, bildiklerini yerinde görmeye, aklına takılanları yerinde çözmeye mecburdur artık o kişi. Gitmeyi hak etmiştir. Ahmet Davutoğlu'nun Medeniyetler ve Şehirler adlı kitabı bunu çok hissettirdi bana. Hoca okuyup, dolup dolup, birikimleri akabinde gittiği, elindeki cevapları kontrol, soruları ise bertaraf ettiği gezilerde azamî fayda ve hazzı almış gibi görünüyor(ki bize aktarıyor). Gerçi bunlara bakarken hocanın alanının tarih, kültür, medeniyet, şehir gibi kavramları kapsadığını ve gezdiği yerlerin bir parça da onun profesyonel uygulama sahası, laboratuvarı olduğunu düşünüyor ve tabii ki onun gibi olmak zorunda değiliz/olamayız diye kendimi rahatlatıyorum.
Aynı şekilde şu bilmediğini bilme meselesine okuma, birikimli ve entellektüel olma zaviyesinden bakarsak da bu konu aklımın koluna girip onu Stefan Zweig'ın Satranç kitabına götürüyor. Satranç kitabı her ne kadar bildiğimiz/bilmediğimiz satranç oyunu üzerinden yürüse de satrançla ilgili bir kitap değil. Bana göre yılların tartışmalı konusu olan "aydın/entellektüel, mektepli ve asil olma" hali ile "yapan, bir şekilde başaran ve alaylı" olma hali ile ilgili bir kitap. Ayrıntılarına girmeyeceğim kitapta anlatıcı haricinde iki ana karakter var. Bir tanesi asil bir aileden gelmeyen, biraz bön yahut anlayışı kıt denebilecek ve hasbel kader satranç oynamayı izleye izleye öğrenmiş olan bir genç. Bu genç bu oyuna öylesine kafayı takıyor ki kendisini cümle kurarak ifade edebilme yetisinden dahi yoksunken hayatta yapabildiği ve başardığı tek şey satranç oluyor. Azimli, bencil ve sosyal iletişimden kopuk uzun çalışmalar sonunda genç tam bir satranç ustasına dönüşüp, yaptığı yüzlerce musabaka sonucu kimsenin yenemediği bir dünya satranç şampiyonu oluyor.
Diğer karakterimiz Avusturyalı, yedi göbekten hukukçu ve kraliyet ailesinin yasal işleri ile ilgilenen bir aileye mensup, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi kamplarında kalmış bir kişi. Eli en son lisede satranç tahtasına değmiş lakin yıllarca kaldığı kamplarda bulduğu bir satranç kitabı ile tahta ve taşlar olmadan beyninin kıvrımları arasında defalarca satranç musabakası tasavvurları oluşturmuş. Olayın kitabını hatmetmiş, teorisini içselleştirmiş bir karakter. 

Zweig bu alaylı ve mektepli iki karakteri kurnazca karşı karşıya getiriyor ve hırslı geçen bir musabakanın kucağına atıyor. Kim mi kazanıyor? Onu söylemeyeyim ama alaylı gencin kendisinden daha yeterli, donanımlı, satranç hakkında bilgili birisi olamayacağına dair inancı ve bu tavırla oynadığı süreç, kendisinin tabir-i caizse snobluğu beni benden aldı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi bilmediğini bilmeyenin rahatlığı hiç bir kimsede yok.

Ama bu çok sanal bir rahatlık. Konfor alanının dışına çıkınca insanın camdan bir duvara toslaması gibi bir süreci yaşayacağı bir durum. Orada duvar olduğunu bilmiyordu ki, ne yapsın!

İşte öncelikle okumak ve bu son süreç içinde de gezmek. Benim için dünyaya toslamanın iki yolu oldu. Evet ha bire bir yere toslayıp durmak zor, acıtıyor ve güven kırıyor. Ama ne bilmediğini keşfetmek ve şaşkınlık yine de doğurganlık vaad eden bir süreç. Anlamasak da yolunda oluruz.

Son olarak çok sevdiğim bir slogan olan Bütün kitaplar tek bir kitabı anlamak için okunur sözüne Bütün geziler tek bir yere varmak için yapılır cümlesini de ekleyip, bol okumalar ve bol gezmeler diliyorum. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Almanya gezisi, Stuttgart ve Ludwisburg, 1.5.18

Waldorf Yöntemiyle Çocuğumu Büyütüyorum Kitabı Hakkında

Ayarlarla Oynamak, Oyuncak Müzesi-2