Brüksel Gezisi, 24.02.2018

Bu yazı, öyle kurgulanmadığı halde, fazlasıyla birbirinden alakasız bilgi içeriyor.
Bir şeyleri yüzeysel bırakmamak ve ayrıntıları unutmamak adına da, öyle kurgulanmadığı halde, çok uzun oldu. Fotoğrafsız hali word'de yedi sayfaya tekabül ediyor. Bununla beraber içinde çıkarmayı düşünebileceğim bir kısım yok, tabir-i caizse yazı kendini böyle yazdı. Ne yapalım, kafamızdan haber üretmedik, vuku bulanı ve öğrendiklerimizi yazdık. Şimdiden not: Her ne kadar kendi çektiğim fotoğrafları kullanmayı sevsem de bazı teknik aksaklıklardan dolayı dışarıdan fotoğraf kullanmak zorunda kaldım.
brussels ile ilgili görsel sonucu
Kaynak: http://www.mcgroup.com/en/network/continental-hub-europe/brussels/

Brüksel'e gitmeden önce -adettendir- bir çok yazı okudum internetten. Bunlar arasında gezi blogları da vardı ve okuduğum istisnasız her blogta Brüksel ile ilgili önceden çok yanlış düşünmüş olduklarını ve şehrin beklediklerinin aksine bürokratik ve soğuk bir yer değil sevimli bir yer olduğunu gördüklerini yazıyorlardı. Kimisi Ankara'ya benzeyeceğini beklemiş, kimisi gri bir şehir hayal etmiş. Bunların sebebi de büyük oranda Brüksel'in Avrupa Birliği'nin idarî binalarını, parlamentosunu vs. barındıran bir yer olması ki zaten Brüksel Avrupa Birliği'nin başkenti olarak geçmekte. Bu Ankara benzetmesini ve grilik iddiasını ilk kim ortaya atmış bilmem ama şehir bana Ankara'dan daha çok İstanbul'a benziyor gibi geldi. Gökdelen ve tarihî-estetik çizgili taş bina karması. Kimi zaman Taksim'de İTÜ Taşkışla binası ile Hyatt Hotel arasında olduğumu ve hemen solumdan aşağıda Beşiktaş'a inen yolu göreceğimi sandım, kimi zaman Karaköy bankalar caddesini, kimi zaman Eminönü tarihi Subaşı Lokantası'nın olduğu ara sokağı anımsadım, üstelik tüm o insan kalabalığı ile beraber. Bunun yanında İstanbul'un çok daha nezih çok daha temiz olduğunu idrak ettim. 

Kusmuk mu o?!
Şöyle ki, sabah otobüsten şehrin ana otobüs garı ve metro başlangıcı olan North Station'da indik ki oldukça şehir içi Levent gibi bir yerde, gökdelenlerin arasında büyük bir istasyondu. İner inmez bizi dövmeye başlayan buz gibi rüzgardan kaçıp sığınmak için, işimiz olmadığı halde istasyon binasına girelim dedik. Asansörle ana kata çıkınca gördüğümüz manzaraya inanamadık. Öylesine pis, öylesine geceden kalma bir yerdi ki! Yerlerde tepecikler oluşturan bira kutuları, öbek öbek poşet, kağıt ve hatta yırtık-pırtık kıyafet çöpleri, camların önünde sigara izmaritleri... Dahası köşelerde yorgan/battaniye altında yatan insanlar, ekseriya Afrikalı. Önce otobüs saatini bekleyen insanlar olduğunu sandım ama akşam dönüşte görecektim ki bunlar istasyonun başıboş insanları ve evsizleri. Bütün bu manzara büyük kahve zincirlerinin, restoranların arasında. Ayrıca saat sabah 6, 7 veya 8 değil tam 10.30 olmasına rağmen ortalık hala temizlenmemiş ve herkes herşey çok normalmiş gibi kahve satmaya, sandviç yemeye devam ediyor. 

Neyse biraz ısınıp, yönümüzü bulup dışarı çıkınca da durum pek değişmedi. Hatta merkeze gidene kadar yollarda kusmuk da dahil görmediğimiz kalmadı. Saatin 11'e yaklaşması ve şehrin hala uyanmamış olması da ayrı bir ilginç durumdu ama günlerden cumartesi olduğunu düşününce manzara biraz anlam kazanmış oldu. Sanırım şu batıda yaygın olan "work hard, play hard" mantığı. Ölçü, mizan kayıp. Neyse, her yüzünü tam olarak bilmediğim bu şehre haksızlık etmek istemiyorum ama iner inmez ilk manzara olarak şahit olup çok şaşırdığım bu yüzünden bahsetmeden geçemeyecektim. 

Pis olduğunuz kadar güzelsiniz de Brüksel hanım!
Şehre bu acayip girişimizden sonra etrafa bakına bakına hem bizim küçük hanımı doyurmak hem de kendimiz birşeyler yiyip-içip enerji toplamak için istasyona en yakın AVM olan City2 Hall'e girdik. Brüksel Hilton Hotel ve Crowne Hotel'in olduğu, aynı zamanda gördüğüm en futuristik mimarisi olan ve Jetgiller'in Starbucks'ı denebilecek bir Starbucks'a da ev sahipliği yapan meydanın karşısında. Bebek bakım odası dahi olan (çünkü Hollanda'da hava alanı da dahil her yerde bebek bakım odası engelli tuvaleti!) bu AVM, soğuk havalarda dinlenmek için güzel bir alternatif. İyice enerji depoladıktan sonra çizdiğimiz rota üzerinden yaklaşık 11 saat sürecek olan keyifli yürüyüşümüze başladık.

İlk Durağımız Congress Column(Kongre Sütunu)
Soru: Belçika Belgalılar'ın mıdır?
Bu Belçika'nın Belçika olması biraz gel-gitli bir süreç olmuş. Belçika'nın ana karakterleri olan Belgalılar orta çağda Roma imparatorluğuna bağlı mutlu mesut yaşarken sonrasında Fransız ve Alman İmparatorlukları arasında paylaşılmış. 18.yüzyılın sonlarında tamamen Fransız işgali altında olan bölge Napolyon 1815'te Waterloo savaşında yenilince Hollanda'ya bağlanmış. 1830-31 yıllarında da Hollanda'ya karşı bağımsızlıklarını ilan edip kendi monarşilerini kurmuşlar. Şu anda da Belçikalılar'ın dilinde bu tarihin izleri mevcut, üç resmi dilleri var; Fransızca, Felemenkçe ve Almanca. Brüksel'de tabelalarda isimler hem Felemenkçe hem Fransızca yazıyor. Bizim gezdiğimiz bölgede insanlar hep Fransızca konuşuyordu.

Sonuç olarak bağımsızlıklarını ilan etmişler ama ortaya karışık bir kültürleri olmuş. İşte 1830'da gerçekleştirdikleri bağımsızlık kongresi anısına 1850'de bu kongre anıtını inşa etmişler. Mimarı Belçikalı Joseph Poelaert, kendisi aynı zamanda sonradan ziyaret etiğimiz Adalet Sarayını da imar eden kişi. Devrim dönemi sanatçısı olmak da güzel iş. Bir sürü yeni eser inşa ediliyor, bunların hepsi bir devrimin ve ideolojinin simgesi olacak ve altlarında senin imzan var.

Sütuna geri dönmek gerekirse; üzerinde pek çok heykel bulunuyor, bunları da anladığım kadarıyla farklı farklı heykeltıraşlar yapmışlar, heykellerin kaidelerinde farklı farklı isimler yazıyordu çünkü.
anıt Avrupa Heykel kule Dönüm noktası Belçika anıt Brüksel Bruxelles Tapınak Antik Tarih Kongre sütunu Bağımsızlık sütunu Kimden joseph poelaert
Kaynak: https://pxhere.com/tr/photo/1060369
Bu heykellerden en üstteki ilk Belçika hükümdarı Kral I. Leopold'a ait. Eserin kaidesinde Belçika bağımsızlığı için mücadele eden isimlerin tasvirleri var ve en alt köşelerindeki dört kadın heykeli ise dört anayasal özgürlüğü simgeliyormuş; eğitim özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, inanç özgürlüğü ve basın özgürlüğü. Anıtın dibinde de bir meçhul asker mezarı var.

İkinci Durağımız St.Michael ve St.Gudula Katedrali
Sütunun arka tarafındaki ara yoldan tıngır mıngır şehrin ana kilisesi olan St.Michael ve St.Gudula katedralini görmeye gidiyoruz. St.Michael şehrin koruyucu azizi imiş. Bu katedral XI.yy'da inşa edilmiş ama bulunduğu yerde VIII.yy'dan beri St.Michael adına bir şapel varmış. İçi gerçekten etkileyici, hem mermer hem ahşap hem vitray işçiliği bakımından. Mihraba doğru uzanan yolun iki kenarında kalan 12 sütunun üst taraflarında Hz.İsa'nın havarilerinin heykelleri bulunuyor. Hepsinin altında da Hz.İsa'nın onlarla ilgili söylediği sözler yazıyor sanırım. Sanırım diyorum çünkü maalesef tüm yazılar Fransızca idi.
Sağ taraftaki sütunların tam ortasında minber olduğunu tahmin ettiğim bir kürsü vardı ki böyle bir ahşap oyması zannederim az bulunur. Maalesef bunun da yanında açıklayıcı İngilizce bir yazı yoktu, Fransızca bile yoktu; galiba herkes ne olduğunu biliyor :)
st. michael & st. gudula cathedral minber ile ilgili görsel sonucu
Kaynak: https://hiveminer.com/Tags/brussels%2Cpulpit
Katedralin ön kısmında, mihrabın sol tarafında, bazı yağlı boya eserlerin sergilendiği girişi ücretli olan bir kısım vardı, ona girmedik ama uzaktan üst duvarlarına bakarken ilginç bir şey dikkatimi çekti. Bilim tarihinde şöyle bir şey öğrenmiştik; orta çağda Müslüman bilim insanları o dönemin ilminin doruklarında gezerken, yayın üzerine yayın yaparken ve bunlar Batı'ya misbah olurken Latin bilim insanları arasında bir özenti varmış; Müslüman alimi gibi giyinmek! Üstlerine cübbe giyer, başlarına sarık sarar, sakallarını onlar gibi yaparlarmış. İşte bu bölümün duvarlarındaki sütunlarda bariz şekilde Müslüman alimi gibi giyinmiş adamların heykelleri vardı. Acele ve uzaktan çektiğim için görüntü biraz kötü çıkmış o yüzden buraya koyamadım ama bu da aklımızda dursun. Kim güçlü ise hem siret hem suret olarak ona öykünmek insan tabiatında var demek ki.

Bu katedral içimizi daraltan kasvetli kiliselerden değildi, oldukça ışıklı ve aydınlık bir havası vardı. Aşağıda katedralin merkeze inen meydana bakan ön-dış tarafı.

Merkeze iniyoruz ve St. Hubert Pasajı
Teknik aksaklık işte fotoğrafların böyle yan çıkması, başınızı sağa doğru eğiniz
Böylece katedralin ön tarafından çıkıp önümüzdeki meydandan aşağı doğru ilerleyerek kafelerin, restoranların olduğu bir caddeye girdik ve biraz yürüyüşten sonra rotamıza eklediğimiz St.Hubert Pasajı sağımızda kaldı. Galeries St.Hubert. Aziz Hubert kim bilmiyorum ama gerçek bir azizse kemikleri sızlıyor olabilir. Bu üstü gün ışığı alan, ışıltılı ve sevimli pasajda lüks dükkanlar bulunuyor. Üç çeşit dükkan ağırlıkta pırlantacı, çikolatacı ve dantelci. Yani Belçika'nın ünlü-otantik-kıymetli üç meta'ı. Danteli sona bırakalım ama diğerlerine bakarsak gelin görün ki Belçika'da kakao yetişmez, Belçika'dan elmas çıkmaz. Bu memleket nasıl bunlarla ünlü olmuş? Belçika Kongosu sağolsun!

Belçika Kongosu Afrika'nın orta bölümünde 1908'den 1960'a kadar sömürülmüş koloni bölgesi imiş. Oh ne güzel şimdi sömürülmüyor diye düşünmeyelim çünkü 60'ta Belçika istemeye istemeye ayıp olmasın diye oradan çıktığından beri bölgede kan kurumamış. Şu an hala ana dili Fransızca ve Felemenkçe olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti kakao ve elmas için münbit topraklara sahip. Tarih şunu yazmış ki şu an çikolatasıyla, pırlantasıyla dünyaya hava atan Belçika aslında bunların ham maddesi için Afrika'da çok büyük kıyımlar yapmış. Kral II.Leopold döneminde toplanması gereken günlük kakao miktarını sağlayamayan Afrikalıların elleri kesiliyormuş. Bir süre sonra bundan canları yanan Afrikalılar kendi elleri kesilmesin diye bir altlarındaki işçilerin ellerini kendileri kesmeye başlamış. 23 yıllık II.Leopold döneminde Kongo'nun nüfusu üçte birine inmiş. Şu anda çikolataların ambalajlarına hammadde satın aldıkları insanlara "insan" gibi davrandıklarını belirten "Fairtrade" etiketini koysalar da bu, bu ışıltılı pasajın aslında Afrikalılar'dan emilmiş yaşam enerjisi ile parladığı gerçeğini değiştirmiyor.

İşin ve tarihin cilvesi şurada başlıyor ki, bu pasajdan dışarı çıkıp biraz gezdiğinizde, özellikle girişte anlattığım istasyon gibi yerlerde, dedeleri sömürülmüş bu Afrikalılar'ın gençlerine çokça rastlıyoruz. Muhtemelen ana dilleri gibi Fransızca konuşabildikleri için buraya iş gücü olarak geldiler ama şanslı ve okumuş bir kesim olmadıkları ve Brüksel'i tekinsiz bir hale getirdikleri kesin. Daha önce hiç bir şehrin sokaklarında kamuflaj desenli kıyafetleri ve uzun namlulu tüfekleri ile sanki savaş halinde bir şehirdeymişiz gibi dolaşan askerlere şahit olmamıştım. Gezimiz boyunca bu tarz dolaşan askerleri üç yerde gördük ve en son akşam istasyona geldiğimizde kapının önünde yine kamuflaj desenli bir askerî jip bekliyordu. Hatta şaka ile karışık "Ne oldu yahu, darbe mi oldu?" filan dedik. Bu kadar aydır Hollanda'nın bu şirin şehrinde trafik polisi bile görmemişken bu askerler biraz fazla geldi bize. Ve aslında bu kadar çok olmalarının sebebi bariz; dedeleri sömürülen Afrikalılar şu an Belçikalılar'ın başına dert olmuş gibi görünüyor. Onları dertleri ile başbaşa bırakıp kendi tüketim alışkanlıklarımızı sorgulayarak pasajı gezmeye devam ettik.

Buradaki çikolata dükkanlarının vitrinleri çok elegant. Uzaktan baksanız bazılarını kuyumcu bazılarını ünlü bir makyaj malzemesi markası vitrini sanırsınız. Bir diğer önemli otantik ürünün de dantel olduğunu söylemiştik. Belçika gerçekten dantelleri ile çok ünlü. Brüksel'de de güzel el işleri vardı ama bunların en güzelleri Belçika'nın bir başka şehri olan Brugge'da imiş.

Grand Place ve afedersiniz, işeyen bir oğlan!
Bir sonraki durağımız Brüksel'in simgelerinden biri sayılan Manneken Pis yani işeyen çocuk heykeli. Buraya gelmeden önce müzeler meydanı olarak da bilinen Grand Place'ten geçiyoruz. Burası 1998'den beri UNESCO dünya mirası listesinde imiş. Gerçekten çok ihtişamlı, çok gösterişli binalarla çevrilmiş, büyük bir dikdörtgen şeklindeki alan bizim şansımıza aşırı kalabalıktı.
En ihtişamlı görünen bina
Çinliler her yerde idi. Zaten meydanda da Çin temalı etkinlikler vardı. Öyle ki binaların ihtişamına bakacak insanların dikkatini dağıtıyordu bence. Ne oluyor, günün anlam ve önemi nedir diye düşünürken sonradan öğrendim ki, Çin 12 hayvanlı ve Türk asıllı takvime göre horoz yılını geride bırakmış ve köpek yılına girmiş. Evet eski Türklerin deyimi ile "it" yılına girmişiz arkadaşlar. Bu takvim biraz garip daha doğrusu bildiğimiz yıl anlayışından daha farklı bir işleyişi var.

Bundan dolayı da Çin'de 7 günlük bir tatil varmış ve Brüksel de özel olarak Çin'in bu kutlamasına özel etkinlikler yapmış. Nedendir bilmiyorum, belki de bölgeye göç etmiş fazlaca Çinli olduğu içindir. Aşağıdaki fotoğrafta da St. Hubert Pasajında bir çikolatacının vitrininden Köpek yılı temalı süslemeyi görüyorsunuz.
Efendim gelelim Manneken Pis'e. Yani işeyen çocuk heykeline. Nasıl turist çekiyor anlatamam. Yanına yaklaşıp fotoğraf dahi çekemiyorsunuz izdihamdan. Normalde anadan uryan olan bu çocukcağız biz gittiğimizde şehirde gerçekleşmekte olan kitap fuarı şerefine kitap temalı kostümlerini giymiş, entel dantel postacı çantasını takmış, eline de bir kitap almış okuyor vaziyetteydi.
Yine başınızı sağ tarafa doğru eğmeniz gerekmekte :)
Efendim kendisinin dört yüz kıyafetlik özel bir gardrobu varmış ve burada özel günlerde giydiği, kendisine özel tasarım kıyafetler sergileniyormuş. Asıl menfaat de buradan kazanılıyor çünkü o gardrobu müze haline getirmişler ve gezmek ücrete tabii. Turistlik bazen de komik bir şey, gidip neye para veriyorsun :)

Hedef iki adet Sablon ve iki adet Notre Dame 
Sonrasında heykelin yanındaki sokaktan yukarı tırmanıyoruz ve sırasını şu an karıştırdığım şekilde Büyük Sablon, Küçük Sablon ve Notre Dame kiliselerini görüyoruz. Büyük Sablon bazı heykellerin olduğu estetik bir alan açıkçası burada fazla oyalanmadık. Şehirdeki kitap fuarı şerefine Küçük Sablon'da Book Hunting denen bir sahaf organizasyonu ve her hafta sonu kurulan antika pazarı vardı, onu bulmaya çalışıyorduk. Bu arada yolumuzun üzerindeki Eglise Notre Dame du Sablon'a girmeden geçmedik ama.
Buranın asıl adı Church of Our Blessed Lady of Sablon. Yani Bizim Kutsal Hanımımız Kilisesi. Zaten "Notre Dame" da Fransızca bizim hanımımız demekmiş! Bu hanım kim derseniz tabii ki Hz. Meryem! Açıkçası buralara geldiğimizden beri bu "Our Lady" ismindeki kiliseler kafamı kurcalayıp duruyordu. Çünkü aynı isme sahip hem Amsterdam'da, hem Maastricht'te kilise var. Neden şaşırıyoruz ki İstanbul'da dahi var; Notre Dame de Sion lisesi ve kilisesi, hatırladınız mı?! Ayrıca gördük ki hem Brüksel'de, duyduk ki hem Brugge'da, araştırdık ki hem de Paris ve Strasbourg'ta ismi farklı dillerde "bizim hanımımız" olan kiliseler varmış. Şundan da emin olduk ki dünyanın başka yerlerinde de bu isimde kiliseler gördüğümüzde oranın bir "Roman Katolik" kilisesi olduğuna hükmedebilirmişiz. Çünkü bu gelenekte Hz. Meryem'e atfedilen önem ve duyulan saygı bir başka imiş ve adını kiliseye vermek de bir onur. Olay açıklığa kavuştu, bir şey öğrendim ve rahatladım.

Buradan çıkıp Küçük Sablon'a doğru giderken aradığımız antika pazarını bulduk. Maalesef son gün ve saat 4 civarında olduğu için sahaf etkinliği yoktu ama her hafta sonu açık olan antikacılar yerli yerinde idi. Harika şeyler vardı ama "madam, no photo" dediler ben de çekemedim. Zaten satıcılar sanki kendi şatolarından parçalar getirmiş de zoraki satıyormuş gibi isteksiz ve suratsızdı. Şaka değil, satıcı koltuğundaki o kürk mantolu ve kürk kalpaklı süslü yaşlı teyzeler o eşyaları kendi şatolarından değil de başka nereden getirmiş olabilir ki?! Antika pazarlarını gezmek çok eğlenceli olsa da hatırası olan şeylerin tezgahlara düştüğünü görmek biraz üzücü.
Küçük Sablon ise çok sevimli bir yerdi. Ortasındaki sevimli havuz, arkasına bir yay şeklinde dizilmiş Belçikalı bilim adamı heykelleri. Ama maalesef buradaki heykel amcalar bir işeyen çocuk heykeli kadar turist çekmeyi başaramamışlardı. Misal ben de içlerinden bir tek düzlemsel dünya haritamızı küre üzerine geçirme/projeksiyon işlemini başarmış olan Mercator'u tanıyordum. Diğerlerine de tek tek bakıp saygı duydum ve üst taraftaki merdivenleri kullanarak o an kapalı olan Egmont Sarayını da dışarıdan görüp ünlü Adalet Sarayı'na doğru yola çıktık.

Adaletin yeri hep yükseklerde midir?
Brüksel, İstanbul görmüş vatandaşları yorabilecek düzeyde yokuş olmasa da, Hollanda gibi düz topraklara sahip bir şehir de değil. Adalet Sarayı da tırmanabileceğimiz en yüksek noktada idi. Belli ki Topkapı sarayının adalet kulesi gibi şehrin her yerinden görünmesi amaçlanarak yapılmış. Oldukça büyük, estetik ve ihtişamlı bir yapı, önündeki alandan şehri seyredebilirsiniz ama öyle doyasıya bakılıp hayallere dalınacak bir manzara yok. O an restorasyonda olan binayı dışarıdan süzüp, manzara önünde biraz soluklanıp, tevafuk eseri gördüğümüz halka açık bir ulaşım aracı mesabesinde olan bir asansörle tekrar meydana geçmek ve karnımızı doyurmak için düzlüğe iniyoruz. Bu açık asansör çok iyi bir tevafuk oldu zira yorulan bünyelerin aynı yolları tekrar dolaşıp şehir merkezine öyle inerek enerji israfı yapmaması lazımdı. Merkeze giden yolda Notre Dame de la Chapel kilisesine de girdik. Burası da bunca farklı şehirdeki "bizim hanımımız" kiliselerinden de öte, aynı şehir içinde bu ada sahip ikinci kilise. Daha doğrusu şapel, şapeller kiliselere göre daha küçük oluyorlarmış. Burası öyle çok da küçük değildi, içi de diğer kiliselere benziyordu. Burada bahsetmek istediğim bir ayrıntı aşağıdaki fotoğrafta.
Bu şapelde ilginç bir ayrıntı olarak Allah lafzı Arapça ve İbranice olarak kumaşlar üzerine yazılmıştı ve bir duvarı süslüyordu. Girişte de Allah lafzının bir kağıt üzerine yazılmış olan halinin yanında "Bu hattı Lübnan ve Irak dolaylarında yaşamış olan Pastor Walter Corneille yazmıştır." diyordu. Bu da bize gördüğümüz her Arapça yazının Kuran, her Arapça konuşanın Müslüman olmadığını bir kez daha hatırlatmış olsun. Arapça'yı anladım da o İbranice oraya nasıl gelmiş onu anlamadım? 

Sonrası avare dolanma ve bonuslar
Buraya kadar gezi planımızdaki rotayı tamamlamış olduk. Aslında bir demir atomunun kafes yapısını betimleyen bir bina olan Atomium ve eski Yunan'ı hatırlatan Cinanquantenaire parkını da kapsayan ikinci bir rota daha yapmıştım ama orası otobüs ile gidilebilecek bir mesafedeydi ve bizde artık hal kalmamıştı. Ayrıca gezdiklerimiz de bu günlük bize yetmişti.

Merkeze inip, şapeli de gezdikten sonra tüm rotayı tamamlamanın huzuru ile bakına bakına gezinip bir yandan da karnımızı doyuracak helal bir yer aradık. Aklımıza Aachen'da camide Türkler'in güvenerek tavsiye ettiği Sultan's of Kebap geldi. Küçük bir arama ile Brüksel'de de olduğunu gördük ve ayaklarımıza kara sular inmiş bir vaziyette kendisini bulduk. Kaliteli ve standartı olan Hacıoğlu gibi bir dönerci zinciri, Aachen'daki aynı menüyü, aynı lezzeti ve aynı işleyişi burada da bulduk. Böyle zamanlarda sürpriz lezzetler beklemiyorum ben şahsen, garanti olsun. Bu arada geçtiğimiz tiyatro binası ve önünde gençlerin yaptığı saksafonlu, davullu müzik gösterisi gezinin bonusları oldu, her ne kadar Ayşe Zülfa müziği beğenmeyip sonrasında bize anlatırken başımı şişirdiler der gibi elini başına vurup "dan dan" dese de :)

İlginç ilginç camiler, tekrar avm, Fransızca bilen(!) dilenciler ve son durak istasyon
Gün içinde yeryüzü bize mescit kılınmıştı ama gün sonunda tekrar abdest almak ve akşam namazını kılmak için bir cami bulmak ihtiyacı hasıl oldu. Bunun için google haritalar sağolsun, küçük bir arama ile yakınlarda iki camii/mescid bulduk Hz. Hamza ve Ömer b. Khattab mescidleri. Sanırım biri Nijerliler'in yapmış olduğu bir camii idi. Diğerini anlamadım ama yine Afrika asıllı kişiler girip çıkıyordu. Uğraşmışlar, toplanmışlar çok harika ama ne yazık ki ikisinde de kadınlar için tuvalet ve abdest alma yeri yoktu, ilginç. Türk camii de bize 3 km kadar uzaktaydı. Biz de zaten son durağımız olan istasyona da yakın diye sabah girdiğimiz City2 avm'ye koştuk. Orası da kapanmak üzere idi hatta genel lavabosu kapanmıştı ve biz avm'nin içinde Boyner gibi ayrı bir büyük mağazanın lavabosunu kullanmak zorunda kaldık. Biz bu mağazanın içinde lavabodayken orası da kapandı ve komik şekilde kasada gün sonu sayımı yapan elemanlarla birlikte içeride kaldık. Saat daha 19.30 idi! Neyse güvenliğin yönlendirmeleri ile dışarı çıktık ve tekrar tekinsiz sokaklardan ver elini tekinsiz istasyon.

İnsan gördükleri karşısında üzülüyor. Umarım oralarda sabahlayan Afrikalı insanlar, Fransızca dilenen evsizler günün birinde iyi şartlara sahip olurlar. Saat 20'de neredeyse içindeki tüm kafelerin kapandığı istasyonda "Quick" adında bir yer bulup kahvelerimizi içerken Ayşe Zülfa uyumuştu ve biz ileride tek başına buralara gelmek isterse ne yaparız diye derin bir sohbete dalarak otobüs saatimizi bekliyorduk. E, serde analık-babalık var, serde endişe var.

İşte böyle bir gezi idi, buraya kadar okuyacak ya da buraya kadar "atlamadan" okuyacak kimsenin çıkmayacak olması büyük ihtimal olsa da ben yazarken ve araştırırken çok eğlendim. Çok gezen mi bilir çok okuyan mı sorusuna "okuyarak gezen" cevabını vermek istiyorum. Allah her baktığımıza ibret ve hikmet nazarı ile bakabilmeyi nasib etsin ve şu dünyada hakikatlerin yanından farketmeden geçip gitmekten bizi esirgesin.

Not: Belçika Kongosu ile ilgili ayrıntılı bilgi için şu habere bakabilirsiniz:
http://www.dunyabulteni.net/haberler/244834/belcikanin-medeniyet-goturdugu-kongonun-nufusu-ucte-bire-indi

Yorumlar

  1. Tek seferde atlamadan okudum! Gayet akıcı, eğlenceli ve bilgilendirici bir yazı olmuş. Emeklerine sağlık. Kesinlikle aynı Brüksel'i gezmemişiz :D Okuyarak gezenin daha çok bildiğine ben de katılıyorum. Daha çok gez, daha çok yaz, daha çok okuyalım. :) Selamlar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim, sonuna varan olduğuna sevindim :) havalar da guzelleşmeye başlarken inşallah hepimiz daha çok gezip daha çok yazalım. Selamlar

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Almanya gezisi, Stuttgart ve Ludwisburg, 1.5.18

Waldorf Yöntemiyle Çocuğumu Büyütüyorum Kitabı Hakkında

Ayarlarla Oynamak, Oyuncak Müzesi-2